Ağabeyim: En (Ne) Çok Kanamış Yaram
Ben ne ispiyoncu çocukmuşum, bana orada gazoz ısmarlayan ağabeyimin kahvehanede arkadaşlarıyla “kumar” oynadığını anneme babama söylüyordum. Büyük olasılıkla çayına gazozuna kâğıt oyunu oynuyorlardı. Benden ağabeyimi arayıp bulmam isteniyordu demek ki, onun “takıldığı” yere gidip onu çağırmakla yetinmiyor, bir de ispiyon ediyordum, kumar oynuyor diye. Öyle öğretmişler bana demek ki, yaşım en çok on olmalı. On bir yaşımdan sonra artık, yeni bir “mahalle”deyiz, zaten ağabeyim de yok, askerde…
O zamanlar ısmarlama yapılırdı pek çok giyecek, ayakkabı bile. Örneğin ben ilk takım elbisemi ilkokul dörde giderken giydim, terziye “ısmarlamıştık”. Önce beden ölçümü almışlardı, daha sonra giysinin “prova”sı yapılmıştı. Neden o zaman böyle bir takım elbisem oldu, bilmiyorum. Babam, ağabeyim ve ben, hep birlikte giyindik belki de. Bir özel gün olmalı, düğün falan. O takım elbisemi (ailemden bir sır gibi sakladığım, bir okul tiyatrosunda “damat” rolünü oynarken de işe yaramıştı), ortaokula başladığım yıl kullanabilmiştim. Koyu kahverengiydi, kaliteliydi de sanırım çünkü o terzide amcamın büyük oğlu da çalışıyordu. Çok büyümemişim demek ki ama orta ikinci sınıfta ergenlikle birlikte çok değişmiş olmalıyım.
Ağabeyimin ısmarlama ayakkabıları turuncuydu ve süetti. Öyle seviyormuş demek ki. Devlet işine girerken yaşını büyüttüklerine göre, demek ki askerden önce yaşı on altı on sekiz arasıymış. O işinden önce çok da başarılı olamadığı (eczacı ve mobilyacı çıraklığı) işleri olmuştu. Babamın sabah işe kaldırmak için miydi bilmiyorum, ağabeyimi çok şiddetli olmasa da tekmeleyerek kaldırdığını hayal meyal anımsıyorum. Aynı yerde (hem de düpedüz yerde yatakta) yatıyorduk hepimiz, anne baba, üç çocuk.
Ağabeyim devlet işine girince o da biz de rahatlamış olmalıyız. Babam da aynı yerde çalışıyor. Ağabeyim giyimine özen gösteriyor, gömleği, pantolonu, turuncu süet ayakkabısı ve çın çın kahkahası… Kimi akşamlar yazlık sinemalara gidiyoruz ağabeyimle, bana gazoz alıyor. Mahallemizdeki bir kızla da bakıştığını anlıyorum. Hatta ben orta birinci sınıfa giderken gömlek almaya gittiğimizde tezgâhtar kızın “hatırına” aynı desenli gömleğin hem yeşil hem de kahverengi tonlarında olanlarını aldığımızı.
Gerçek yaşı on sekizken askere alındı ağabeyim. “Havancı” olduğunu söylüyorlardı. Ondan gelen mektupları evdekilere ben okuyordum, onların söylediklerini de ben mektuba dönüştürüyordum. Bir ara trenden atlarken yaralanmıştı biraz, acemi birliğinden dağıtıma giderlerken bizim evin yakınından geçerken atlamıştı trenden. Evimiz çok yakındı ona, demiryolu dibimizdeydi. Sevinmiştik onu gördüğümüze, beklemiyorduk, dönüşünde ceza alma pahasına evine gelmişti.
Sonra evlerimizin pencerelerine kalın perdeler astık. Hatta ışık sızıyor diye bekçiler uyardığında battaniyeler gerdik. Kıbrıs’la ilgili tam da anlamadığım bir savaştan söz ediliyordu. Ağabeyimin de Kıbrıs’a gönderildiğini duyduk. Büyüklerimiz arasında dinsel söylentiler dolaşıyordu: Sözde, savaşta sarıklılardan korkmuş düşmanlar…
Bir gün beklemediğim bir anda ağabeyim döndü askerden. Üzerinde turuncu bir gömlek vardı ama pek de düzgün değildi giyinişi. Yakası paçası dağınıktı sanki. Dağınıkmış gerçekten her şeyi. Anlamadık hiçbirimiz. O bir savaş gaziymiş. Artık kahkahası deliceydi. Kimisi şiddetle düzeltiriz onu dedi, kimisi okuyup üfleyerek…
Ondan sonra iyice karşı oldum, şiddete, okuyup üflemeye… Çözüm olamazlardı ve olamadılar.
Birbirini tanımayan, barış zamanında belki de arkadaş, dost olabilecek gencecik insanlar birbirlerini öldürüyorlardı bir savaşta.
“Gökteki sarıklılar”a inanan anne babalarımıza ne diyeyim, oğulları cephede ruhlarını verirken?..
Savaşa da savaşı çıkaranlar ve isteyenler gitsin.
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa