26 Aralık 2021 Pazar

 

Öğretmen Sokak

Az önce bir “kadın cinayeti” haberini üzülerek okudum. Bu üzücü konu üzerine kitaplar yazılabilir ama bu olay beni başka yerlere götürdü. Ölenin de öldürenin de yirmili yaşlarında olduğu bu üzücü “kıskançlık cinayeti”nin işlendiği sokak bana tanıdık geldi. 813. Sokak diye geçiyordu haberde. Ben orayı çocukluğumun Öğretmen Sokağı diye biliyordum, evet aynı yerdi, araştırmıştım. Yakınında iki tane ilkokul olduğu için ve de öğretmenler o sokaktan geçtiği için bu ad verilmiş olmalıydı. Öğretmenimiz sokağımızdan geçerken biz oynuyorsak kızmasın diye bir yerlere kaçar saklanırdık. Öyle ya neden ödev yapmıyorduk da oynuyorduk? Google Haritalar yakın dönemi fotoğraflı olarak gösteriyordu ama orada Mavi Köşe Çayevinden başka tanıdık bir şey kalmamıştı eskiden. Bir de onun üzerindeki sanırım oraların ilk üç katlı yapısı… Çayevinin önündeki dut ağaçlarını unutamam, gölgesinde çay içtiğimiz ve pek çok olaya tanıklık etmiş sevgili dut ağaçlarını…


Ben evimiz bu sokaktayken doğmuşum ama kız kardeşim gibi evde değil de doğumevinde… Belleğimdeki en eski görüntü sanırım ben dört yaşındayken annemin kardeşimi doğuracağı zaman beni sokağa yollamalarıydı. Kardeşim nisanda doğduğuna göre hava güzel olmalı. O zaman çocukların sokakları vardı. Kimileri bunu özlemle anıyor ama sokaklar çok da tekin yerler değildi. Örneğin bana ilk kez burada bir bisikletli çarpmıştı, ikincisi arka sokaktaydı. Birincisini ucuz atlatmıştım ama ikincisinde balonteker bir bisikletin sehpası sol bacağımı yarmıştı ve hastanede dikiş atıldığını anımsıyorum. Yine kız kardeşime bir at arabası çarpacaktı -ah o güzelim atlar- at, kardeşime basmamak için şahlanmıştı, ürkmüş ve kişnemişti, hiç unutamam. Atlar demişken, bir de o çayevinin önünde alnı akıtmalı, kahverengi, günahsız, güzel, sevimli, çalışkan, ağır işçi bir atın hiç yoktan yere sahibi tarafından kürekle dövülüşü… Hâlâ acıtır içimi… Sonra çevredekilerin dayanamayıp adamı uyarması… Adam aslında atını döverek kendisinin korkulması gereken biri olduğunu göstermek istiyordu.  Öyleymiş de gerçekten sanırım. Az ilerideki sokaktaydı evi. Yine orada gariban, biraz da özürlü çocukları olan, kendi de özürlü evli bir kadın vardı. Adam esmer ve “normal”di ama doğru dürüst bir işi yoktu sanırım. Bir de tarım kentiydi burası, insanlar tarlalarda çalışıyordu. “Uyanık” bir arkadaş anlatmıştı: Bir gün elektrikler kesildiğinde bu ailenin erkek çocuğu “Elektrikleri yine Tıngırlı İbrahim kesmiştir.” demiş. Artık o komşu evdeki elektrikler kesildikten sonra kimbilir neler oluyordu orada? Karanlıklar hangi suç ve günahları gizliyordu?

On yaşıma kadar bu sokakta oynadım, büyüdüm. Evimizin tam karşısında sağır, yaşlı bir kadın oturuyordu. Ağır işitmesine karşın penceresi altında oynayan biz çocukları kimi kez kovaladığını bilirim. Ben evlerin pencerelerinde kafes olduğu döneme yetiştim. Kadınlar genellikle bu kafesin ardından bakarlardı dışarı. Kafes sürgülüydü, istendiğinde yukarı doğru sürülebiliyordu. Bu yaşlı teyze kimi kez kafesi yukarı sürer, biz çocuklara zamanında yiyip bitiremediği için pörsüyen elmalarından verirdi; ben beğenmez atardım. Bir de torunu vardı, düz saçlı, kumral sarışın arası, hüzünlü yüzlü bir kızdı. Elinde tuttuğu kitaplarını göğsüne bastırırdı, liseye gittiğini anımsıyorum, bir kez sokağa bir erkek arkadaşıyla yürüyerek geldiği için “tuhaf” karşılandığını… Güzel kızdı Nazan abla. Bir de Hatice abla vardı, ben onu daha çok beğenirdim. Dalgalı kısa saçlı, beyaz tenli, minyon tipli, şuh, kıpırdak bir kızdı. Yazın ince basma elbiseler giyer, kısa etekleri altından güzelim beyaz bacakları görünürdü. Ah, ben onlara göre çok küçüktüm. (Sonra ergenlik döneminde kopamadığım sokağımın, bluzundan göğüs uçları dışarı fırlayan güzel bir kızının rüyalarımı süslemesi…)

Biz buradan taşındıktan sonra bu sokak artık benim için “büyükannem”di. Son yıllarını küçük bir apartman dairesinde tutsak geçirmiş “büyükannem”… Ben onun altıncı çocuğu gibiydim. Aslında teyzemdi ama ona öyle seslenmem gerektiğini o öğretmiş olmalıydı. Şimdi bu küçük apartmanın eski yerinde küçük bir ev varken gelinmiş buraya. Yurtdışından, göçmen… İki aile, çocuklar, kaynanalar, kaynatalar… Nasıl sığışmışlar? Zor zamanlar, yokluklar, kendilerine bir yer açma, yerleşme süreci… Sonra yandaki eve kiraya geçmişler büyükannemler. O zamanlar iyi kötü bahçeleri vardı o evlerin. Bizim küçük evimizin (büyükannem ve kocası olan amcamla ortak olan bu evimizin) küçük bahçesinde hanımeli ve erguvan ağaçları vardı. Çocukken “normal” sandığım bu evi, lise yıllarımda boşken incelediğimde ne kadar küçük ve “zavallı” bulmuştum. Yıllar sonra buraya apartmanı nasıl dikmişlerdi? Tıpkı Japonların küçük evleri gibi…

Sokaklarda oynayıp acıkırdık, akşam yemeğine de daha bir süre olurdu. Annelerimiz bir dilim ekmeğin üzerine ev yapımı salça sürüp verirdi. Artık hangi evin önündeysek, oradan yerdik. Benim annem salçadan önce margarin sürerdi, daha “özellikli” olsun diye ama ben komşu teyzelerimizin daha basit olan “yemeklerini” severdim. Çocukluk işte… Belki değişiklik arayışı… Kimi zaman büyükannemin kapısı bahçeye açılan mutfağından gelen patates kızartması kokusunu alırdım. O kızartır ben yerdim. Beni hiç kırmazdı, annem kırar, büyükannem kırmazdı. Zaten kalabalık olan ailenin akşam yemeğinden çalardım, altıncı ve en küçük çocuk olarak… Bir de şeftaliler… Amcam halde çalışırdı. Akşamları eve gelirken       “patron” oradaki meyve ve sebzelerden bir miktar verirdi. Şeftalinin bol ve güzel olduğu zamanlardı ya da bana öyle gelirdi. Bir oturuşta bir kilo falan yerdim herhalde. Ben sevdiğim için mi bana ayırırlardı, gerçekten çok muydu şeftali bilemiyorum.

O sokaktan taşınsak da oradan hiç gitmedim. Ortaokula da liseye de giderken yolumun üstündeydi. Eve gidecek başka yollar da vardı kuşkusuz ama bu sokak çekiyordu beni, burası benim çocukluğumdu ve büyükannem burada yaşıyordu. Liseye giderken evden büyükannemin evine dek bisikletimle geliyor, bisikleti burada “park ediyor”, akşamüstü dönerken yine uğrayıp bisikletimi alıp gidiyordum. Böylece oradan “gitmiş” de olmuyordum tam olarak.

Sonra… Yavaş yavaş başlayan değişim birden hızlandı. Önce asfalt geldi, sonra eski evler yıkılmaya başladı, her yer apartman doldu. Sokak bir koridor gibi görünüyor fotoğraflarda şimdi. Apartman yaşamının getirdiği kolaylıklar oldu kuşkusuz ama eksileri de çok oldu. Örneğin büyükannem dördüncü kattan inip de anneme hiç gelemedi, bacakları iyi değildi. Annem de o merdivenleri çıkıp ablasına gidemedi, onun da bacakları iyi değildi.

Önce annem ayrıldı buradan… Sağ olduklarında görüşemediler yıllarca ama artık mevlidine geldi ablası son görev olarak. Sonra ben büyükannemi sağ olarak son kez gördüğümü anlamıştım. Yine de bilinci açıktı, bana “Sakalın ağarmış.” dedi gülümseyerek. (Ama ben bunu yazarken neden ağlıyorum şimdi?)

(28.05.2020, Sözcü)

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa