Karda Yıkanmak
Karlı ve soğuk bir kış akşamıydı. O gün köydeki eve çıkmayayım, buradaki öğretmenevinde kalayım diye düşündüm. Bekârdım, yalnızdım, evde bekleyenim yoktu. Bizim aylıklarımızdan kesilen ödentilerle yürüyen “evimiz”de kalmak istemiştim.
Lokal denilen yerde çay içilebiliyor, çeşitli oyunlar oynanabiliyor (kaymakam ve ilçe millî eğitim müdürünü rahatsız etmeden), yatmak için, bir apartmanda tutulan daireden yararlanılıyordu. Sistem o koşullarda fena değildi.
Lokalde belli bir saate dek kalındıktan sonra, yatma bölümüne gidecekler daireye geçiyordu. Orada kalmak isteyenler, yıkanmak istiyorsa, görevliye bunu söylüyor, görevli de odunla ısıtılan şofbeni yakıyordu, ücretini vermesi koşuluyla.
Bana kalırsa, her şey tamamdı; görevliye söylemiştim yıkanmak istediğimi. Parası neyse verecektim. Gittim, su ısıtılmamıştı; görevliye sordum, “Öğretmenevi müdürü izin vermedi.” dedi. Bunu beklemiyordum, her öğretmen gibi, ücreti neyse ödeyip yıkanacaktım. Ben “solcu, sosyalist, komünist, dinsiz” diye tanımlandığım için, “cezalandırılıyordum”. O müdür var ya, öğretmenevi müdürü, nasıl “iyi, iyimser, olgun, babacan, ılımlı” bir “adam”dı! Ama ilçe millî müdürünün ve kaymakamın “buyruğu” böyle idi anlaşılan. Nasıl bir düş kırıklığı içinde soğuk suyla, hem de nasıl bir soğuk suyla, erimiş kar suyuyla, yağlanmış saçlarımı yıkadım. Sonra üşüttüğümü çok iyi anımsıyorum. Belki sinüzit de o zaman başladı. (Hiçbir zaman öğrencilerim beni yağlı saçla, uzamış sakalla görmemiştir.)
İlçede barınma sorun vardı. Bekârlara verilebilen yerler de sınırlıydı, lojman zaten yoktu. İlçenin tam ortasında aslında, bir bekâr apartmanı vardı. Orada da kalmıştım, tuvalet varla yok arasıydı, banyo yoktu. Yanımızdaki odada kumar oynatılıyordu, Bir gece silahların çekildiğini duymuştum. Patlasa şaşmayacaktım, konuşmalar o yöndeydi.
Bir “Hemşinli” arkadaşın yarattığı koşullarda (onun koşullarında) yıkanabilmiştim üç hafta sonra. Her şey sorundu. Bu koşullarda köyde güzel bir eve taşınmıştım. Zaten taşınmak dediğin de yatak yorgan, birkaç eşya. Ama yaklaşık üç dört kilometre yukarıdaki (köyler yukarıda, ilçe aşağıda idi) köyde de yaşamak çok kolay değildi. İlçeye gidiş geliş her zaman kolay olmuyordu. Zaman zaman ilçede kalmak gerekiyordu. Kalabilirsen… İlçe seni kabul ederse…
“İlçe” herkesi kabul etmiyordu. Yüzyıllar öncesinden “din” ve “milliyet” sorunları vardı. En koyusunu savunuyorlardı. Birazcık “demokrat” olanın işi zordu burada. Nedense, bir dine ve milliyete sonradan geçenler, “aşırı” oluyorlardı.
Nitekim ilçe beni kabul etmedi. Ben de ilçeyi (bütün sürüngenleriyle) kabul etmedim. (Dostlarımı bu yargıdan uzak tutuyorum.) Teslim olmadım. Geri çekildim.
Yıllar sonra, değer verdiğim bir yazar/şairin eşinin sorusuna gelelim: (Yeni tanışıyorduk) “Kendini ‘solcu’ olarak tanımlaman şart mı, ‘insan’ olmak yeterli değil mi?” demişti. Epeyce düşündürdü bu basit soru beni, gerçekten kendimi tanımlarken “solcu” olduğumu neden vurguluyordum? Evet, insan olmam yeterli görülmemişti, solcu olduğum içindi bu belalar. Pek çok zaman ve pek çok yerde… Demek ki “solculuk” benim ayırt edici bir özelliğimdi artık.
O zaman ben solcuyum. Belanızla gelin…
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa