26 Aralık 2021 Pazar

 

Hey Özgürlük!


                                                    (Paul Eluard)

“Bu ne?” dediğinde yanıtım hazırdı: “Fransız ozanlarından Paul Eluard’ın bir şiirinin bestelenmiş biçimi.” dedim. Kaymakam,  o sırada kapalı duran teybin düğmesine basınca “Hey özgürlük!” nakaratı belletmen odasına yayılmıştı. Aldığı yanıttan ne anladığını bilemiyorum. Bana kalırsa ne Eluard’dan ne de Livaneli’den haberi vardı. Zaten beni de lisedeki görevine başlayalı birkaç ay olmuş stajyer öğretmen değil de örgüt üyesi sanıyordu. Öyle olmasa masadaki kitaplara tek tek baktığı yetmezmiş gibi, çekmeceleri de kurcalamazdı. Tabanca arıyor olmalıydı.


                                    (Zülfü Livaneli)

Kaymakam benim yaşlarımda olmalıydı. Sanırım onun da ilk görev yeriydi. İşin ilginç yanlarından biri de şirin kız kardeşi lisede son sınıfta benim öğrencimdi. (Beni sevip saydığını okul bittikten sonra gönderdiği kartpostallara bakarak söyleyebilirim. Sanırım benimle aynı dalda bir meslektaşım oldu sonra.) Kaymakamın şaştığı konulardan biri, onca engellemelere, güvenlik soruşturmalarına karşın benim gibi birinin -üstelik böyle dindar ve milliyetçi bir ilçeye- nasıl gelebildiğiydi. Çünkü o sıralar (1980’ler işte), aylar süren güvenlik soruşturmaları vardı. Okulu bitirmeniz, “yeterlilik sınavı”nı geçmeniz yeterli değildi. Öte yandan kaymakam olarak atananların imam hatip kökenli olmalarına dikkat edildiğine ilişkin haberler basında yer alıyordu. Bizimki de onlardandı. Öyle ki ondan sonra gelen de imam hatip kökenliydi.

Küçük ilçelerin gerçeklerinden biri şuydu:  Oraya yeni gelen kişiler (bunlar öğretmen, doktor, hemşire vb. devlet memuru idiler), merak ediliyordu doğal olarak. Eğer “yeni gelen” “oradakilere” benziyorsa sorun yoktu. Benim ilçemde, namaz kılıyorsan, cumaya gidiyorsan (erkek isen), başını örtüyorsan (kadın isen) kabul görüyordun. Benim gibi namaz kılmıyorsan, oruç da tutmuyorsan işin zordu. “İnceleme” süreci hiç bitmiyor, gözaltına dönüşüyordu.

Kaymakam haklıydı aslında. Askeri diktatörlüğün etkisinin sürdüğü bir dönemde ve de böyle bir ilçede ben hangi cesaretle derslerimde ve “sığıntı” olarak kaldığım (kaymakamın ilçe millî eğitim müdürüyle birlikte bastığı) özel vakıf öğrenci yurdunda Nâzım’ı övebiliyor, Mehmet Âkif’in şair olarak pek büyük sayılamayacağını söylüyordum? (O sıralarda paralara Mehmet Âkif’in resmini koyuyorlar, Nâzım’a karşı -hatta neredeyse Atatürk’e karşı- onu kullanıyorlardı.) Bunlar yetmezmiş gibi öz Türkçe sözcükler kullanıp Dil Devrimini savunuyordum.



Küçük ilçelerin gerçeklerinden biri de şuydu: “Yerli” devlet memurları vardı, o kişiler orada “herhangi tür bir müdür” iseler, yetkilerini kullanırken “sıkıntılar” oluyordu. Yetkisini kötüye kullanmayanlara sözüm yok ama “Ben tarafsız değilim, benim tarafım devletin yanıdır.” zihniyetinin nerelere varabileceğini her dönemde görebiliyorduk. Böylesi bir yaklaşım, eğer devleti yönetenler “kötü yolda” ise sorun oluyordu. Nitekim “yerli” bir ilçe müdürünün en sevdiği iş, yeni gelen kaymakamları kontrolü altına almaktı. İşte “baskın gecesi”nin asıl kahramanı da oydu. Genç kaymakamlar, astlarının oyuncağı oluyordu. Zaten “Benim tarafım devletin yanıdır.” diyen de oydu.

Adı önemli olmayan bu ilçe millî eğitim müdürünü hiç sevmedim, o da beni hiç sevmedi ve bunu birbirimizden hiç saklamadık. “Kaderin garip cilvesi” derler ya, kendisini büyük bir kentte “makamıyla kimsenin tanımadığı” bir görevde gördüm. Bu bana yetti…

Kaymakama gelince, “silah”tan kuşkulanmakta haklıydı aslında. Vardı benim de silahlarım. Yüzyıllardır eşitlik, özgürlük, adalet isteyen halkların bu yolda verdiği kayıpların haklı öfkesi ve bilimin önderliği…

Ben ne mi oldum? Özel yurttan atıldım gerekçesiz ama öğretmenliğimi elimden alamadılar. O zaman da yaptığım gibi, son günüme dek “başkaları”ndan daha dikkatli çalışmam gerekti hep.

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa