26 Aralık 2021 Pazar

 

Ağabeyim: En (Ne) Çok Kanamış Yaram

Ben ne ispiyoncu çocukmuşum, bana orada gazoz ısmarlayan ağabeyimin kahvehanede arkadaşlarıyla “kumar” oynadığını anneme babama söylüyordum. Büyük olasılıkla çayına gazozuna kâğıt oyunu oynuyorlardı. Benden ağabeyimi arayıp bulmam isteniyordu demek ki, onun “takıldığı” yere gidip onu çağırmakla yetinmiyor, bir de ispiyon ediyordum, kumar oynuyor diye. Öyle öğretmişler bana demek ki, yaşım en çok on olmalı. On bir yaşımdan sonra artık, yeni bir “mahalle”deyiz, zaten ağabeyim de yok, askerde…


                O zamanlar ısmarlama yapılırdı pek çok giyecek, ayakkabı bile. Örneğin ben ilk takım elbisemi ilkokul dörde giderken giydim, terziye “ısmarlamıştık”. Önce beden ölçümü almışlardı, daha sonra giysinin “prova”sı yapılmıştı. Neden o zaman böyle bir takım elbisem oldu, bilmiyorum. Babam, ağabeyim ve ben, hep birlikte giyindik belki de. Bir özel gün olmalı, düğün falan. O takım elbisemi (ailemden bir sır gibi sakladığım, bir okul tiyatrosunda “damat” rolünü oynarken de işe yaramıştı), ortaokula başladığım yıl kullanabilmiştim. Koyu kahverengiydi, kaliteliydi de sanırım çünkü o terzide amcamın büyük oğlu da çalışıyordu. Çok büyümemişim demek ki ama orta ikinci sınıfta ergenlikle birlikte çok değişmiş olmalıyım.

                Ağabeyimin ısmarlama ayakkabıları turuncuydu ve süetti. Öyle seviyormuş demek ki. Devlet işine girerken yaşını büyüttüklerine göre, demek ki askerden önce yaşı on altı on sekiz arasıymış. O işinden önce çok da başarılı olamadığı (eczacı ve mobilyacı çıraklığı) işleri olmuştu. Babamın sabah işe kaldırmak için miydi bilmiyorum, ağabeyimi çok şiddetli olmasa da tekmeleyerek kaldırdığını hayal meyal anımsıyorum. Aynı yerde (hem de düpedüz yerde yatakta) yatıyorduk hepimiz, anne baba, üç çocuk.

                Ağabeyim devlet işine girince o da biz de rahatlamış olmalıyız. Babam da aynı yerde çalışıyor. Ağabeyim giyimine özen gösteriyor, gömleği, pantolonu, turuncu süet ayakkabısı ve çın çın kahkahası… Kimi akşamlar yazlık sinemalara gidiyoruz ağabeyimle, bana gazoz alıyor. Mahallemizdeki bir kızla da bakıştığını anlıyorum. Hatta ben orta birinci sınıfa giderken gömlek almaya gittiğimizde tezgâhtar kızın “hatırına” aynı desenli gömleğin hem yeşil hem de kahverengi tonlarında olanlarını aldığımızı.

                Gerçek yaşı on sekizken askere alındı ağabeyim. “Havancı” olduğunu söylüyorlardı. Ondan gelen mektupları evdekilere ben okuyordum, onların söylediklerini de ben mektuba dönüştürüyordum. Bir ara trenden atlarken yaralanmıştı biraz, acemi birliğinden dağıtıma giderlerken bizim evin yakınından geçerken atlamıştı trenden. Evimiz çok yakındı ona, demiryolu dibimizdeydi. Sevinmiştik onu gördüğümüze, beklemiyorduk, dönüşünde ceza alma pahasına evine gelmişti.

                Sonra evlerimizin pencerelerine kalın perdeler astık. Hatta ışık sızıyor diye bekçiler uyardığında battaniyeler gerdik. Kıbrıs’la ilgili tam da anlamadığım bir savaştan söz ediliyordu. Ağabeyimin de Kıbrıs’a gönderildiğini duyduk. Büyüklerimiz arasında dinsel söylentiler dolaşıyordu: Sözde, savaşta sarıklılardan korkmuş düşmanlar…

                Bir gün beklemediğim bir anda ağabeyim döndü askerden. Üzerinde turuncu bir gömlek vardı ama pek de düzgün değildi giyinişi. Yakası paçası dağınıktı sanki. Dağınıkmış gerçekten her şeyi. Anlamadık hiçbirimiz. O bir savaş gaziymiş. Artık kahkahası deliceydi. Kimisi şiddetle düzeltiriz onu dedi, kimisi okuyup üfleyerek…

                Ondan sonra iyice karşı oldum, şiddete, okuyup üflemeye… Çözüm olamazlardı ve olamadılar.

                Birbirini tanımayan, barış zamanında belki de arkadaş, dost olabilecek gencecik insanlar birbirlerini öldürüyorlardı bir savaşta.

                 “Gökteki sarıklılar”a inanan anne babalarımıza ne diyeyim, oğulları cephede ruhlarını verirken?..

                Savaşa da savaşı çıkaranlar ve isteyenler gitsin.



               

               

               

 

 

Alaybey’in Yiğit Çocukları ve Yakınları

1979… o yaşıma dek -sanki 16, çok mu büyüktü- ne çok cenaze kaldırmışız!


Ali Rıza Yerli… Ortaokulu bitirmiş miydim? Onu bir kahvehane kapısında görmüştüm, orada  ne olduğunu tam da bilemediğim bilardo da vardı sanırım ama ben daha çok Beyazfil’in yan karşısındaki kahvehanenin dibindeki bisiklet yedek parçacıcısıyla ilgiliydim. Onu kısa sakallı ve ortadan ayrılmış saçlarıyla kapıda dururken, yakışıklı haliyle anımsıyorum. Bir de o kahvehanenin öbür yanındaki halk pazarından (Yıldız Halk Pazarı idi, anımsadım) şile bezinden gömlek aldığımı. Onun şişlenerek öldürüldüğünü duyduğumda daha liseye başlamamış olmalıyım, usumda bu görüntülerle… Anne babasının tek çocuğu olduğunu, ortaokul arkadaşım olan Mehmet’ten (komşusu olarak) duyuşum.  Alaybey semtindeydi sanırım Çatal Camiine yakın olan evi. Bize de uzak değilmiş demek ki…  “1977” olmalı, sanırım ilk siyasi cinayet bizim burada… Yaşı yirmi bile olmamalı.



Nejat Gökpınar… Ben lise birdeyken o da lise birde olmalı çünkü aynı binada okuduğumuzu anımsıyorum. Yıl 1977-1978. Bizi sırayla içeri alırken müdür yardımcıları, onun dayı dayı yürümesini unutamam, iri cüssesiyle. Müdür yardımcısı “Flaş Memet”in onun arkasından öfke ve çaresizlik dolu bakışları… Öldürüldükten sonra, ağabeyinin, amcamın büyük oğlunun arkadaşı olduğunu saptayışım, motosiklet merakları… Nejat’ın sessiz ağabeyi Nazif… Cenazesini Ege Üniversitesi morgundan alışımız, hiç dinmeyen yağmur, tepeden tırnağa ıslanışımız, konuşmalar, yürüyüşler, sloganlar, doğduğu kente dönüş, yeniden yürüyüş mezara dek, sloganlar, üzgünlük, acı, kahır, yas… 4 Ocak 1978. Karaköy’de oturan yakınlarımızdandı.




Neşe Gülersoy, 27 Haziran 1979… 1950 doğumlu olduğuna göre, en erken yirmi bir yaşında eczacı olmalı. Ben de o zaman sekiz yaşında olmalıyım. Anımsıyorum, ilkokula gidiyordum, Beyazfil binasında yer alan SSK hastanesinde doktora göründükten sonra ilaçlarımı almaya Afiyet Eczanesine giderdik annemle. O eczanede bizim mahalleden (Alaybey’den) ve bizim göçmenlerden biri kalfaydı ama ondan daha önemlisi, orada ilaçların hazır olmasını beklerken, Neşe ablanın verdiği, suda eriyen vitamindi, meyveli (sarı) gazoz tadındaydı. Eczane, Beyazfil’in arka sokağındaydı.




Muammer Bulut… Yiğit, dövüşken… Gece konukluktan dönerken duvarlara slogan yazarken ya da yazanların can güvenliğini sağlarken gördüğüm, yiğitliğine hayran kaldığım… Adı çevresinde sıradan insanlar arasında bile efsaneler uydurulduğuna (karakoldan elleri arkasında korkusuzca çıktığı, Adalet Partisi kahvehanesinde televizyonu kapatıp propaganda konuşması yaptığı) tanık olduğum Boşnak Muammer… Sinemada bilet keserken ya da el feneriyle geç kalanlara yer gösterirken anımsadığım… Çok genç yaşlar, belki yirmi bile değil… 7 Mart 1980, Turgutlu. Alaybey’in çocuklarından…

 

 

Anneler Günü

İzmir Atatürk Lisesinde göreve başladığımda öğretmenlikte on dört yılı geride bırakmıştım. Öğretmenler bilir, yıllık planlar yapılırken, her ayın ilgili bölümünde önemli gün ve haftalar dikkate alınır. Konular işlenirken, sınavlar yapılırken de bunlar göz önünde bulundurulur. Ben de o zamana dek bunlara elimden geldiğince uyup derslerimi ona göre işlemeye çalışmıştım. (Özellikle ilköğretimde bu belirli gün ve haftalara çok yer veriliyordu.) Neyse İAL'deki ilk yıllarımdaydı ve mayıs ayına geldiğimizde kompozisyon konumuz belliydi: annelerimizle ilgili duygu ve düşüncelerimiz. İAL genel olarak İngilizce dersi ağırlıklı sınıflar açıyordu ama birer sınıf olmak üzere Fransızca ve Almanca görenler de vardı (2000'lerden söz ediyorum). "F" harfli şube Fransızca şubesi olurdu genellikle. Şehit Nevres Bulvarına bakardı burası. Bu derslikte güzel dersler işledik ve hâlâ iletişimi koparmadığımız öğrencilerim var. Fransızca şubesinde sözel yanı güçlü çok öğrenci tanıdım. Yazmayı seven öğrenciler nedeniyle bir ders saatinde bitirmemiz gereken kompozisyon sınavını iki ders saatine çıkarmıştım yönetmeliğe aykırı olarak. (Pişman değilim.) işte bu şubede bir dersimde öğrencilerime yazma konusunu verip güzel kompozisyonlar okuma/dinleme beklentisine girmek üzereyken bir kız öğrencimin hüngür hüngür ağladığını gördüm. Meğerse annesi yokmuş, yıllar önce yitirmesine karşın, acısı hiç dinmemiş. Çok üzülmüştük doğal olarak hepimiz. Öğrencim o günkü dersimde kendine gelemedi. Bizim de -varsa- o günkü neşemiz yitip gitti. O günden sonra mayısın ikinci haftasında öğrencilerime anneler gününden söz etmedim. Bilerek bilmeyerek incittiğim öğrencim olduysa beni bağışlamalarını dilerim.



 

Babam ve Silahları

Babam çocukluğundan beri silahlara meraklıymış. İkinci Dünya Savaşı sonlarında Alman askerleri eski Yugoslavya üzerinden kaçarken onların ortalıkta bıraktıkları tüfeklerden birkaçını almak istemiş babam. Almış da ama onu gören bir Alman askeri, elindeki tüfekleri alıp bir de tekme savurmuş babama. Kolunu tekmeye siper etmeye kalkan babamın -ki o sıralar on üç yaşlarında olmalı- koluna denk gelen postal, bir süre o kolun askıda kalmasına yol açmış. Peki uslanmış mı babam?

Ben babamı tanımaya başladığımda beş yaşlarında olmalıyım. Okula gittiğimi anımsamıyorum. Bir süre eve gelmedi babam. Otobüs çarptı, hastanede dediler. Bir gece kapı açıldığında, beklemediğim bir anda olmalı, şaşkınlık ve sevincim kalmış belleğimde, babamdı gelen. Ama babamın akşamları gelmeleri mutluluk getirmiyordu genellikle.

İlkokula gidiyordum, akşamüstü babamın işten eve döneceği yolun başında beklerdim. Uzaktan onu gördüğümde karşılar ve sevinirdim. Elimi tutardı, eve kadar böyle yürürdük. Böyle anlar çok değildi, ben babamı belli bir süre bekler, sonra gelmesinden umudumu kesince boynu bükük bir biçimde eve dönerdim. Annem durumu anlardı.

Babamın dışarıda bir “vukuat”ı olmadıysa evde annemi ağlatırdı. İçmiş gelirdi, anneme bağırırdı, vururdu da sanırım. O zamanlar yan evdeki amcamlara kaçardım babamdan. Bir keresinde elindeki kamayla aynayı kırdığını anımsıyorum. Süngü gibi bir şeydi, sapı kemikten düz ve sivri bir kamaydı. Amcam evdeyse sevinirdim, bize gelirdi, kardeşini azarlardı. Babam, ağabeyine saygılıydı, susardı. Ona karşı çıktığını hiç görmedim. Ayık ya da sarhoş…

Uğursuz akşamların birinde bir haber geldi, baban kahvehanedeki camları kırmış diye. Sonra bir bekçiyle takışmış. Babamın eve gelip kamasını ve av tüfeğini alıp çıktığını anımsıyorum. Sonra karakolda olduğunu duyduk, bekçiye silah çekmişti. Babamı “büyükleri” bir biçimde oradan çıkardı ama kama ve tüfeği yoktu.

Babam yine uslanmamıştı. Avcılar kulübüne üye olup bir av tüfeği edinmişti bir süre sonra. Ama ben de serpilip gelişmeye başlamıştım. Babam yine körkütük bir akşamında anneme tüfeği doğrultup tuhaf şeyler söylüyor: “Seni öldüreyim mi, öldürürüm bak!” Tüfek dolu. Dakikalar uzadıkça uzuyor, görüntü değişmiyor. Annemin önüne geçip “Önce beni vur!” dediğimi unutmayacağım hiç. Babam da unutmayacak ve bir daha içtiğini görmeyeceğim.

Babam uslanmıştı, silah da içki de yoktu artık yaşamımızda. Olağan bir biçimde yaşıyorduk. Sonra olağanüstü bir şey oldu. Babam eve gelmedi yine ama bu sefer gelemedi. Yıllar önce otobüsün yarım bıraktığını, arkasından gelen bir araç tamamladı. Birden büyümem gerekti.

 


 

Benim Sevgili, Maceracı Arkadaşım

O sıralar en maceracı arkadaşım oydu. Okulun yıldız voleybol takımı seçmelerine birlikte katılıyor, benzer arayışlara giriyorduk. Lise birde tanışmıştık, hâlâ “tanışıyoruz”. Ta o zamanlar sevmişti Gül’ü. Ben onun gibi değildim, bir engel çıkarsa uğraşmıyordum; o ise dere tepe demeyip mücadele ediyordu.

Gül’ün köyü, bizim düşünce yapımıza pek uygun değildi. Arkadaşım, kimi hafta sonları onu köyünde görmek, belki kendisini de orada göstermek istiyordu. Benim için o zamanlar böylesi girişimler gereksiz miydi, hayalcilik miydi bilemiyorum. Ne gerek vardı böyle şeylere diye düşünüyor olmalıydım. Devrim yapmakla meşguldüm. Kızlarla çok ciddi şeyler düşünemiyordum.

Bir gün, Gül’ün komşu köyündeydik; sınıf arkadaşımı ziyarete gitmiştik. Maceracı arkadaşımın sevgilisi Gül’ün köyü, yürüme uzaklığındaydı. Hadi oraya gidelim dedi arkadaşım. Belki de buralara gerçek geliş nedenimiz buydu.

İki köy arasında dümdüz bir demiryolu uzanıyordu. Uzaklık üç kilometre civarında olmalı. Demiryolunu izleyerek köye gittik, arkadaşım, Gül’ü gördü; dönüyoruz. Biz köyün “karşı takım”ından tepki beklerken yarı yolda “bizim takım”dan sayılabilecek gençlerle uğraşmak zorunda kalıp kimi “tanıdık adlar” vererek kazasız belasız önceki köyümüze dönebilmiştik.

Gençlik işte… Yolda boş durmamıştık. Demiryolunun iki yanında kocaman balkabakları vardı. Bunlardan bir tanesini koparıp üzerine “Yaşasın Sosyalizm” yazarak demiryolunun ortasına koymuştuk. Makinistler okusun diye… Dağa taşa, okula, fabrikaya, sokaklara, sıralara her yere yazıyorduk bu isteğimizi…

Lise ikinci sınıfın yaz dinlencesinde boş durmayıp “işçi sınıfı”na katılmış, hem biraz para kazanmış hem de işçilere yakınlaşmıştık. Bu işi bulmamızda arkadaşımın babasının da yardımı olmuştu. Biz orada da yazı yazmaktan vazgeçmemiştik. İşimizle ilgili fazla bilgi vermeyeyim, bir köyde, köy öğretmeninin bahçesine “biz”i yansıtan bir slogan yazdığımız için hemen tanınmış, arkadaşın babasından fırça yemiştik.

En son sloganımız, en keskiniydi: “Alibeyli faşistlere mezar olacak!” diye yazmıştık bir kanalete, yanmış odun uçlarının karasıyla. O köyde bizim liseden keskin bir faşist çocuk vardı, amacımız onu kudurtmaktı. Amacımıza ulaşmış olmalıydık, bir daha bizi o köye götürmediler.

Arkadaşımın bu ilişkisi liseyi bitirdiğimizde daha bitmemişti. Gül, üniversiteyi bir yetenek sınavıyla kazanmıştı. Arkadaşım da onunla aynı sınava hazırlanmış ama başarılı olamamıştı. Bir yıl sonra arkadaşım “daha yüksek puanlı” bir okula girmeye hak kazandı. İkisinin de okulları uzaktı artık. 12 Eylül’ün tuhaf yasakları vardı. Ben Gül’le aynı okuldaydım, bir gün arkadaşım bizim okula girmeye çalışıyor, kapıdaki polis izin vermiyor, arkadaşım olayın peşini bırakmıyor: “Beni içeri almadığına dair bir belge ver.” diyor. O sıralar pek özgür değildik, (ne yazık ki ülkemizde hep bunu gördük) polis, vermiyorum, nereye gidersen git, diyor. O yıllarda polise böyle konuşmak kolay değildi, belirteyim.

Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur gençler, unutmayın. Ben böyle atasözlerinin değerini “ata” olunca anladım, siz böyle yapmayın bence, zamandan kazanırsınız. Arkadaşımla Gül’ün durumu da böyle oldu, bir süre sonra çözüldüler, herkes başka ilişkiler buldu. “Eskisi” bitsin diye bahaneler bulundu.

Biz ne mi yapıyoruz? Gördüğünüz gibi hâlâ yazıyoruz. Bilmiyorsunuz ama arkadaşım da yazıyor “ciddi ciddi”…

(Gerçek “özel adlar” -anlayacağınız nedenlerle- değiştirilmiştir.)



 

Bitene…

Bir avuntu ya da gerçekleri görememe… Bitmiştir gerçekte o “sevgi”, “dostluk”, “ilişki” her neyse… Eski günlerin, anıların varlığı yanıltır kişiyi, “ilişki sürüyor” sanılır. Yakınında gibi görünen o kişi, kopmuştur baktığında. Ne bir söyleşi yapılabilir ağız tadıyla, ne bir çay içilebilir ne bir sevişme yaşanabilir kösnülce.

Bir zamanlar güzel olanın bitmesi üzer kişiyi. Biraz daha sürmesi istenir hiç olmazsa. Sürer gibidir, sürüklenir gider, gidebildiğince. Ama boşunadır, bitmiştir işte… Görülecek, bakılacak, dinlenecek, tadılacak… hiçbir şey kalmamıştır. Her şeyin bir sonu vardır, demek ki, oraya gelinmiştir. Üzücü de olsa…

Taraflar çok şey söyleyebilir, çok savunma/suçlama yapılabilir; gereksizdir oysa… Onarmak, geliştirmek gerekseydi o “ilişki”yi, zaten görülür ve yapılırdı gereken. Görülmediyse de başka bir sorun… Görülüp yapılmadıysa, karşıdan beklendiyse yine başka bir sorun…

Olmuyorsa olmuyordur. Arkadaşlığın da dostluğun da sevgililiğin de bir sonu vardır. Çoğu kez azala azala gideriz geleceğe. İçimizde sevgi/sevgili ölüleriyle…

 

Dalgınlıklar

Dalgın arkadaşlarımı severim, hele dalgınlıklarını hiç gocunmadan zevkle anlatanlara bayılırım. İAL’de böyle iki kadın arkadaşım vardı, ikisi de birbirinden dalgındı. Onların birkaç dalgınlığının tadı hâlâ damağımda. Bu anlatımlar şöyle başlamıştı: (Adını vermeyeceğim doğal olarak, isterse kendi de buralarda, söyler.) Bir sabah okula geldiğinde telaşlıydı, ev anahtarını kapının üzerinde unutmuş olmalıydı. Kendisi eve gidemezdi artık, eşini aradı, o gitti eve. Evet, anahtar kapıdaydı! Rahatlamıştı, “Benim böyle anılarım çok.” dedi. Test sınavı yapmıştı bir sınıfta. İki grup vardı, A, B. Genelde böyle yapardık zaten. “Baktım, bir gruptakiler, sınav başlayalı 10 dakika olmadan kâğıtlarını vermeye başladılar.” dedi. Kuşkulanmış ve bakınca görmüş ki o gruptakilerin sorularında doğru seçenek işaretli! Soruları fotokopiye verirken üzerindeki kendi işaretlerini silmeyi unutmuş! Sınav mı, iptal tabii!



Dalgınlıklar (2)

Bu dalgın arkadaşım da müthişti. Ben bir işi yapma sürecinde “gergin” bir insanım. O iş başarıyla sonuçlanıncaya dek rahat etmem. En keyifli anlarımdan biri ise, güzel sonuçlanmış bir işi tekrar tekrar izlemektir. Neyse, bu arkadaşım ise, benim tersim. Son derece rahat. Yine böyle “dalgınlıklar” anlatılıyor. Bir gün okuldan çıkınca pazara gidiyor. Galiba patates seçerken o gün yaptığı sınav kâğıtları torbasını da o sırada tezgâha bırakıyor. Sonra patatesleri alıyor, sınav kâğıtlarını orada bırakıyor. Eve gidince durumu anlıyor. Sonra… Pazarın yeniden kurulmasını beklemek gerekiyor. Bir hafta sonra, arkadaş, bu kez eşini pazara gönderiyor; tezgâhı da tarif ediyor. Evet, patatesçi anlayışlı adam… Arkadaşın dalgınlığını anlıyor, buradaki kâğıtlar önemlidir diye eve götürüyor, nasılsa gelirler diye sonraki hafta aynı noktaya getiriyor! Öğrenciler de şanslıymış sanırım, umarım iyi bir sınavdı.



 

 

Bütün Sevgiler Eksiktir

Bütün sevgiler eksiktir, ne anne doyacaktır oğullarına ne de oğullar anneye. Bu yüzden oğlanlar yaşamları boyunca anne sevgisi arayacaklar kadınlarda ve bulamayacaklar. Annelerin yaşamı da oğullarının mutsuzluğuna üzülmekle geçecek. Kızlar da babaları gibi seveni boşuna arayıp duracaklar. Damatlar da kız babalarına “rakip” olmaktan kurtulamayacak.
             Ne bir erkek doyacaktır bir kadına ne de bir kadın bir erkeğe. O yüzden sürekli “başkaları” aranacaktır, açık ya da gizli. Belki kimisi yaşamının sonuna dek bastıracak ve anlamayacak, tanımayacak bu duyguyu. Kimisi de toplumsal baskılara, kınamalara karşın daldan dala atlayacaktır.


           Bütün sevgiler eksiktir çünkü, birinde her şey yoktur. Birinde duygu vardır, birinde cinsellik, birinde kişilik ağır basar, birinde güzellik, birine güzel konuşmak yakışır, birine güzel bakmak, güzel susmak… Hepsinin bir çekiciliği vardır kendince… İşin ilginç yanı, beğenilen kimi özellikler karşıttır,o kişide bir araya gelemez. Bu doğamızı toplumsal ölçütlerle (ahlak, din, yasalar, toplum kuralları, siyaset…) “hizaya sokmaya” çalışırlar. Ama her gün dünyanın her yerinde hizaya uymayan ya da uyamayanların haberlerini görürüz. Doğa, beton çatlağından fışkıran bir çiçektir.
Eksik sevgiler bir gün tamamlanır mı?

 

Davranışlar

Senin denetimde değildi ki, öyle sansan da… Başkalarının davranışlarını ne kadar değiştirebilirdin ve onların davranışlarından ne kadar sorumluydun? Sonuçta herkes kendi istediği gibi davranacaktı. Üzülme… Ne sorumlusun ne de denetleyebilirsin. Bırak herkes istediği gibi olsun ve sen de özgürce bakarak seç, bu davranışlara göre, elindeki verilere göre. Ona göre değerlendir, beğen ya da beğenme.

 

 

Devletin Şefkatli Eli

“Macera” yaklaşık on gün önce başladı: Bir kimliği yenilemek için bir ilçenin nüfus müdürlüğüne başvurduk. Yeni kimlik Ankara’dan PTT Kargoyla yola çıktı. Eyvah, dedim, bakalım bu sefer başımıza neler gelecek? Çünkü ne zaman onlara işim düşse sorunlar oluyor. Bu nedenle artık ödüm kopuyor PTT Kargo ile bir şey gelecekse. Nitekim korktuğum başıma geldi. Sözde, kurye, adresimize gelmiş, evde yokmuşuz, haber kâğıdı bırakmış. Genel merkezlerini arayıp durumu anlattım, sözde yeniden dağıtıma çıkarttırdım, bir şikâyet sitesine durumu yazdım, olmadı. İkinci kez dağıtıma çıkmışlar sözde, yine aynı “hikâye”: Evde yokmuşuz.

Çıldıracağım, kuryeyi beklemekten başka bir iş yapamaz oldum. Yeniden telefonlar, şikâyetler falan, sonuç: “Kimlik iade edildi.” O kadar uğraştık, şimdi kimlik geri mi gitti derken, araştırmalar sonucunda, kimliğin ilçe nüfus müdürlüğünde olduğunu öğrenip almaya gittik. Tesadüf bu ya, o sırada, müdür olduğunu doğru tahmin ettiğim altmış yaşlarında bir adam, kapı önündeki bir aygıta ilişkin, “üstü olduğu” anlaşılan birine bilgi veriyor. Dayanamayıp “üst kişiye” “Müfettiş misiniz?” diye sordum. “Kaymakamım” dedi. Yaşasın dedim, devlet, ayağıma geldi, sorunumu anlatayım. Kurumlar arasında eşgüdüm olmadığını, kimlik ulaştırmada sorun olduğunu belirttim. Nüfus müdürü, kendi birimini savunacak şeyler söyledi. Ben, onun biriminden memnun olduğumu belirtip PTT’nin sorun yarattığını söyleyince, onların az elemanları olduğu için sorun yaşandığını, Ankara’dan gelen kimliklerin hiç dağıtıma çıkmayıp bir hafta sonra ilçe nüfus müdürlüğüne teslim edildiğini ve bu durumun onların iş yükünü artırdığını söyleyince “öğretmenliğim” tuttu:

Dedim ki: Ben emekli öğretmenim, size çözüm öneriyorum: Ülkemizde zaten işsizlik sorunu var, daha doğrusu iş arayan birçok insan var. O zaman PTT, yeni elemanlar alsın, işini yapsın, sorun çözülsün. Kaymakam da müdür de bir ağızdan, bu konunun “siyasi” olduğunu, bunu “büyüklerin” çözebileceğini, kendilerinin bir şey yapamayacağını söylediler. Ben de nüfus müdürüne dönerek PTT’nin eleman azlığının onlara sorun yarattığını, dolayısıyla şikâyet ve öneri haklarının olduğunu belirterek, kaymakama da “Siz buranın mülki amirisiniz, dolayısıyla buradaki sorunlara ilişkin yukarılara bilgi vermek sizin hakkınız ve göreviniz.” dedim ve ekledim: “Ben vatandaş olarak sizlere sorunumu aktarıyorum.”

Kaymakam, elini omzuma koyarak içimi ısıtan şeyler söyledi. “Devletin şefkatli elini” sol omzumda hissettim. Ama üzülerek gördüm ve anladım ki, hiçbir yönetici, bürokrat, sorunları “aşağıdan yukarıya” ilet(e)miyor. Kimisi daha önümde valilik var diye düşünüyor, kimisi “Şurada emekliliğimize ne kaldı?” diyor. Böyle böyle “en tepedeki” de ülkeyi güllük gülistanlık sanıyor.

Ben bunları bu rahatlıkla nasıl konuştum, kendim de şaştım. Demek ki artık “devlet memuru” kimlik ve zihniyetinden, “ezikliğinden” kurtulmaya başlamışım. Ben de mi siyasete girsem acaba?

 Bu konuşmalar sonrasında oğlum dedi ki: Baba yine mitingini yaptın!

 

"Dostluktur Paylaşılan…

70’lerin başlarında ben çocukken, kimi gazetelerde, “arkadaş arayanlar” gibi bir başlık altındaydı sanıyorum, “falanca özelliklerde, yalnızlığımı paylaşacak bir bay/bayan arıyorum” türünden duyurular vardı. “Yalnızlığımı paylaşacak” sözü bir kalıp gibi pek çok duyuruda yer alıyordu. Sanıyorum, “arayan kişi” “gönlümde kimse yok, yalnızım” demek istiyordu. Özdemir Asaf belki de bu durumu eleştirmek için “yalnızlık paylaşılmaz/paylaşılsa yalnızlık olmaz” demişti.

                Öyle değil mi dostlar, bir araya geldiğimizde, yalnızlığımızı paylaşmıyoruz, yalnızlığımızı gideriyoruz. Tek kendimizle olmanın, yalnız olmanın sıkıntısından dostlarımızla söyleşerek, gezerek, bir şeyler yiyip içerek kurtulabiliyoruz.

                En geçimsiz, en soğuk kişilere bakın, onlar bile “laf sokmak, dalaşmak, kavga etmek için de olsa” kendilerine “başkalarını” ararlar. “Dost” kadar olmasa da “başkası” yalnızlığı bir parça yok eder.

                Ne diyordu Can Yücel, “süpürge saçlı, sidikli kontesi yalnızlığı”na: “Derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni”.


Yalnızlığımızı giderebilecek “başkaları”ndan virüs nedeniyle uzak durmamız gerekiyor. Şu “korona salgını” günlerinde biraz daha yalnızlaşıyor muyuz ne?

 

Dizelerden Deneme(k)

 Bir kent, iter mi kişiyi? Yoksa kişi mi itmektedir bütün kenti? Bu “itişme” karşılıklı mıdır yoksa?  İnsan bir kentle neden barışamaz bir türlü? “Yarın geceye gideceğim bu kentten” dizeleriyle girilen bir yerde kalınamaz, kalınsa da ağız tadıyla yaşanamaz. Kentin yüzeyinde kalınınca, derinine inilmeyince hiçbir şeyin, “Ferhat gibi yüzeyinde” kalınır ilişkilerin de. Yanlış anlamalar, yanlış anlaşılmalarla çekilmez olur her yer. “Her köşe başında öpüşülebilecek” güzellikler göze görünmez olur.

“Anısı biz olamayız bu sokakların” artık, “anılar toza bulanmıştır”. Bir zamanlar aşkın ilk sıcaklığıyla yürünen yollar, buzları bile eritirken, sonra yaz sıcağında bile üşür insan sevgisizlikten, dostsuzluktan. “Eski dostlarla da yollar ayrılmıştır birer birer”. İnsan bu kentle nasıl barışabilir ki?

“Peşimi bırakmayan bir kent” var biliyorum ama buluşamıyoruz onunla da bir türlü. Onu kimi kez çocukluğum kadar uzak görüyorum, kimi kez yaşlılığım kadar bulanık ve belirsiz.



 “Yarın geceye gideceğim bu kentten”  ama insan, kendinden nereye gider?

Dizelerin Kaynağı: “Yarın geceye gideceğim bu kentten” (Haydar Ergülen), “Sevda derinlerdedir, oysa Ferhâd üstünü kazmada dağın.” (Hilmi Yavuz), “Her köşe başında öpüşüyorduk” (Attila İlhan), “Anısı biz olalım bu sokakların” (Ahmet Telli), “Anılar toza bulanmıştır” (Yusuf Hayaloğlu), “Hayata beraber başladığımız / Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir” (Cahit Sıtkı Tarancı) “Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler bulamayacaksın./ Bu kent peşini bırakmayacak.” (Konstantinos Kavafis)

 

 

Devrim için Savaşmayana…

Bol sloganlı günlerdi, bir bakıma sloganlarla yaşıyorduk. Ülkeye faşizmin henüz gelmediğini düşünenler “faşizme geçit yok” derken tersini savunanlar “faşizme ölüm, halka hürriyet” istiyorlardı. Daha genel olan slogansa “kahrolsun faşizm”di. Kimileri “tek yol devrim, kahrolsun faşizm” diye de birleştiriyordu. Sokaklarda da duvarlara bakarak “kimlerin bölgesinde” olduğunuzu anlayabilirdiniz. Birbirlerine çok aykırı olanlarsa karşı görüş slogan ve imzalarını bozacak buluşlar da yapıyorlardı. Örneğin MHP’den MARX (ya da MARİ) oluyordu, kullanılan boya farklıysa ikisi de okunabiliyordu. Hele S harfini orak biçiminde yapmak, solun kuralı gibiydi. Görselliği geliştirip “Mahir”i yazanlar, sözcüğü mavzer biçimine getirmişlerdi; M’den önce bir dipçik vardı.

Ben, faşizme karşı olan her sözü seviyordum ama sanırım herkes benim gibi düşünmüyordu. Bir gün Manisa İstasyon Meydanında bütün “gruplar” kendi içlerinde sıra olmuşlardı. Konu ya da olay neydi, anımsamıyorum. O sıralar pek çok gerekçeyle bir araya geliniyor, yürüyüşler yapılıyordu: Ölüm törenleri, 1 Mayıs, bir saldırıyı protesto, bir yıldönümü vb. O meydana bakan, birkaç basamakla çıkılan bir de bahçeli kahvehane vardı. Ben severdim orayı, aslında bütün istasyonları severdim. “Küçük istasyonlardan geçerken gözlerimi orada bırakırım” diye şairane bir buluşum bile vardı. Orada oturup çay içmeyi severdim ama orası pek de güvenli değildi. Yakınında bir imam hatip vardı ve öğrencileri, arada bir kahvehaneyi taşlamayı seviyorlardı (şeytan taşlamak gibi)! Bir seferinde bir taş yağmurunda kaldığımda ne yapacağımı bilememiştim.

Yine oradaydım. Bugün meydan solcu doluydu, imam hatipli görünmüyordu. Kalabalık sanırım yeterli sayıya ulaşmaya başlamıştı. Her grup kendi pankartını açmış, kendi sloganlarını atmaya başlamıştı. Henüz yürüyüş başlamamıştı ama. Bir ara şu sloganın yükseldiğini duydum: Devrim için savaşmayana sosyalist denmez! Olabilirdi, devrimden sonra sosyalizm düşünüyorsan, savaşman gerekirdi. Ama o da ne, bir grup buna çok kızdı: Devrim için savaşmayana komünist denmez! Bence o da doğruydu. Devrim olacak, önce sosyalizm inşa edilecek, sonra sınıflar kalkacak ve komünizm gelecekti. Okuduklarımdan çıkardığım özet buydu. Şimdi bunda kızacak ne vardı? İnanmazsınız, meydan beş dakika falan bu iki sloganla inledi. En ön sırada yer alan spor akademisi öğrencilerinin karşı gruba doğru bedensel duruşları birbirlerine meydan okuyan kedilerinki gibiydi. Düşündüm de enerjimizi boşa harcıyoruz gibi geldi. Can Yücel görseydi bence şöyle derdi: Devrim için savaşmayanı…



 

Güzel İnsandı…

Ankara’ya ilk kez on dokuz yaşında gelmiştim. Kasım ayının başlarıydı ve Ege’den soğuk olduğunu anlamıştım hemen. Bize kasımda bir ceket yetiyordu.

O zamanlar Ankara “öğrenci ve memur kenti”ydi. Ben de bunu görmek için gelmiştim biraz da. İzmir istediğimce “aydın ve okuyan, sosyalistlerin çok olduğu bir yer” gibi gelmiyordu bana. Anlatılanlara göre,  Ankara daha “ileri” görünüyordu. Nitekim ilk gördüğüm, kitapçı tezgâhlarında klasik sol yayınlardı, İzmir’de artık olmayan. Yıl, 1982 idi. Arkadaşlar, bu kitapları alanların az ileride polisçe çevrildiğini ya da izlendiğini söylüyordu. Bu kitapların “yüzünü” bile görmek bir şeydi bana kalırsa. İzmir’de bu da yoktu.

Birkaç gün öğrenci evlerinde kalıp tiyatro, kitap evi gezdiğim bu kente sekiz yıl sonra öğretmen olarak gelecektim. On yılda ne çok öğrenci, ne çok arkadaş, ne çok anı yer alacaktı belleğimde. Gençlik, enerji, mücadele, heves, umut dolu o yıllar…

“Onu” o zamanlar tanımıştım, bir mücadele içinde. Biraz daha ilerleyince arkadaşlığımız, ortak bir arkadaşımızın bana daha önce “çok donanımlı, Troçkist” diye anlattığı kişi olduğunu anlamıştım. Birlikte çok yedik içtik, dertleştik, tartıştık. Zor zamanlarımda kendimi onun yanına attım. Ayrılmıştı eşinden, tek yaşıyordu. Kapısı ve yüreği her zaman açık olmuştu bana. Bir kez, ayrıldığı eşi gelmişti ziyaretine, ben de oradaydım. “Arkadaşımı üzmüşsün!” diye de sitem etmiştim yeni tanışmamıza karşın.

Onu okul yıllarından tanıyan ortak arkadaşlarımızın kimisi onun “cimriliğini” yüzüne söylerdi. Ses etmezdi ama ben onun parada ve dostlukta “cimri” olduğuna katılmazdım. Görmemiştim öyle bir şey, parayı harcarken dikkatliydi bence. Bu sözleri bir gülümsemeyle karşılar ve çay paralarını o verirdi.

Ben ondan önce ayrıldım Ankara’dan, birkaç yıl içinde pek çok kişi gibi o da geldi İzmir’e. Artık Türkiye’nin aydınlık yüzü, İzmir oluyordu. Ankara’nın eski aydınlığına kavuşması kimbilir “kaçıncı bahara kalıyordu?”

Burada Ankara’daki kadar görüşemedik onunla sanki. Neden böyle oldu bilemiyorum. O annesine bakmak zorundaydı, kardeşlerine kırgındı bu yüzden. Bakıcı kadına para konusundaki yaklaşımı, bana onun “cimri” olduğunu düşündürdü doğrusu. Burada farklı zevkleri oldu sanki, koptuk bir parça.

Eylemlerde karşılaştık birkaç kez. Birkaç kez okuluma yolu düştü ya da beni görmeye geldi. Onu dostça karşıladım, onun için müdürle kavga ettim.

Bir akşam, Ahmet Kaya’dan bir şey paylaştım “sosyal medya”da: “Kafama sıkar giderim.” Bana “Oldu mu ya?” dedi. “Ne oldu mu?” dedim. “Böyle demen yanlış.” gibisinden bir şeyler dedi.

Benim “kafama sıkacak” bir aletim yoktu, onun varmış…

 


 

 

Dönemeyen

Bir yokmuş, bir varmış, o bir benmişim. Arandığında var, aranmadığında yok olan… Elma derlerse çıkan, armut derlerse çıkmayan…  Karlar altında bekleyen… Bahara dek çağrılmazsa eriyen… Karlarla bir…


İnsanlar ev fiyatına komşu almaya çalışıyorlar hah hay!.. Evin ederi az çok belli de komşu/insan öyle mi? Kaç lira?

Beğenmediğim insanlara çıkmıyordum. Kedim gibiydim, bir süre uzaktan dinliyor, inceliyordum. Evime gelen herkes beni göremezdi. Ev benimdi en sonunda, kaplumbağa gibi.

Beni bulduklarını/bulacaklarını sanıyorlardı her aradıklarında. Yanılıyorlardı, her bulduklarında, aradıkları ben değildim.

Hiçbir komşum beni alamadı, bir yokmuşum çünkü. İstemediğine görünmeyen…

Beni bulamıyorlardı ve bulamayacaklardı, yoktum artık. Şimdi içimde duran kişi, eskisi değildi.

Karlar altında bekleyen… Karların erimesiyle değişti.

Kendi de mutlu değil ama… Koparak gittiği için geri dönemeyen…

 

 

Hey Özgürlük!


                                                    (Paul Eluard)

“Bu ne?” dediğinde yanıtım hazırdı: “Fransız ozanlarından Paul Eluard’ın bir şiirinin bestelenmiş biçimi.” dedim. Kaymakam,  o sırada kapalı duran teybin düğmesine basınca “Hey özgürlük!” nakaratı belletmen odasına yayılmıştı. Aldığı yanıttan ne anladığını bilemiyorum. Bana kalırsa ne Eluard’dan ne de Livaneli’den haberi vardı. Zaten beni de lisedeki görevine başlayalı birkaç ay olmuş stajyer öğretmen değil de örgüt üyesi sanıyordu. Öyle olmasa masadaki kitaplara tek tek baktığı yetmezmiş gibi, çekmeceleri de kurcalamazdı. Tabanca arıyor olmalıydı.


                                    (Zülfü Livaneli)

Kaymakam benim yaşlarımda olmalıydı. Sanırım onun da ilk görev yeriydi. İşin ilginç yanlarından biri de şirin kız kardeşi lisede son sınıfta benim öğrencimdi. (Beni sevip saydığını okul bittikten sonra gönderdiği kartpostallara bakarak söyleyebilirim. Sanırım benimle aynı dalda bir meslektaşım oldu sonra.) Kaymakamın şaştığı konulardan biri, onca engellemelere, güvenlik soruşturmalarına karşın benim gibi birinin -üstelik böyle dindar ve milliyetçi bir ilçeye- nasıl gelebildiğiydi. Çünkü o sıralar (1980’ler işte), aylar süren güvenlik soruşturmaları vardı. Okulu bitirmeniz, “yeterlilik sınavı”nı geçmeniz yeterli değildi. Öte yandan kaymakam olarak atananların imam hatip kökenli olmalarına dikkat edildiğine ilişkin haberler basında yer alıyordu. Bizimki de onlardandı. Öyle ki ondan sonra gelen de imam hatip kökenliydi.

Küçük ilçelerin gerçeklerinden biri şuydu:  Oraya yeni gelen kişiler (bunlar öğretmen, doktor, hemşire vb. devlet memuru idiler), merak ediliyordu doğal olarak. Eğer “yeni gelen” “oradakilere” benziyorsa sorun yoktu. Benim ilçemde, namaz kılıyorsan, cumaya gidiyorsan (erkek isen), başını örtüyorsan (kadın isen) kabul görüyordun. Benim gibi namaz kılmıyorsan, oruç da tutmuyorsan işin zordu. “İnceleme” süreci hiç bitmiyor, gözaltına dönüşüyordu.

Kaymakam haklıydı aslında. Askeri diktatörlüğün etkisinin sürdüğü bir dönemde ve de böyle bir ilçede ben hangi cesaretle derslerimde ve “sığıntı” olarak kaldığım (kaymakamın ilçe millî eğitim müdürüyle birlikte bastığı) özel vakıf öğrenci yurdunda Nâzım’ı övebiliyor, Mehmet Âkif’in şair olarak pek büyük sayılamayacağını söylüyordum? (O sıralarda paralara Mehmet Âkif’in resmini koyuyorlar, Nâzım’a karşı -hatta neredeyse Atatürk’e karşı- onu kullanıyorlardı.) Bunlar yetmezmiş gibi öz Türkçe sözcükler kullanıp Dil Devrimini savunuyordum.



Küçük ilçelerin gerçeklerinden biri de şuydu: “Yerli” devlet memurları vardı, o kişiler orada “herhangi tür bir müdür” iseler, yetkilerini kullanırken “sıkıntılar” oluyordu. Yetkisini kötüye kullanmayanlara sözüm yok ama “Ben tarafsız değilim, benim tarafım devletin yanıdır.” zihniyetinin nerelere varabileceğini her dönemde görebiliyorduk. Böylesi bir yaklaşım, eğer devleti yönetenler “kötü yolda” ise sorun oluyordu. Nitekim “yerli” bir ilçe müdürünün en sevdiği iş, yeni gelen kaymakamları kontrolü altına almaktı. İşte “baskın gecesi”nin asıl kahramanı da oydu. Genç kaymakamlar, astlarının oyuncağı oluyordu. Zaten “Benim tarafım devletin yanıdır.” diyen de oydu.

Adı önemli olmayan bu ilçe millî eğitim müdürünü hiç sevmedim, o da beni hiç sevmedi ve bunu birbirimizden hiç saklamadık. “Kaderin garip cilvesi” derler ya, kendisini büyük bir kentte “makamıyla kimsenin tanımadığı” bir görevde gördüm. Bu bana yetti…

Kaymakama gelince, “silah”tan kuşkulanmakta haklıydı aslında. Vardı benim de silahlarım. Yüzyıllardır eşitlik, özgürlük, adalet isteyen halkların bu yolda verdiği kayıpların haklı öfkesi ve bilimin önderliği…

Ben ne mi oldum? Özel yurttan atıldım gerekçesiz ama öğretmenliğimi elimden alamadılar. O zaman da yaptığım gibi, son günüme dek “başkaları”ndan daha dikkatli çalışmam gerekti hep.

 

Kalem Delisi

Bir gün okuldan erken çıkmıştım, sanırım bir ya da iki dersim vardı. Biraz yürüyeyim dedim. Ayaklarım beni Kemeraltı’na getirmişti. Ben ara sokaklara girersem mutlaka kaybolurum orada. O yüzden biraz dikkatliyim, daha ortalık yerlerde dolaşıyorum. Şöyle şadırvanlı, çay bahçeli küçük bir meydan var. Orada da kırtasiyeciler, en sevdiğim… Bir tanesini gözüme kestirdim. Henüz dışarıya bütün kalemleri dizmemişlerdi, ben de içeridekilere bakayım dedim. İçeride gençten iki kişi malzemeleri çıkarıp diziyorlar. Biri sandalyeye çıkmış, öbürü masadan ona bir şeyler veriyor. Günaydın, kolay gelsin dedikten sonra “Hiç ihtiyacım yok ama bir kalem alacağım.” dedim. Şaşkınlıkla bakıştılar. “Siz çalışın, ben kalemleri biraz seyredeyim.” dedim. Ben kalemlere bakarken biri öbürüne alçak sesle ve Karadeniz ağzıyla “Delüdür.” dedi. Duymazlıktan geldim. Pahalı olmayan bir tükenmez kalemi seçtim ve parasını ödedim.

Çıkarken gülümsüyordum, evet deliydim, ben bir kalem delisiydim. Dolma kalem, tükenmez, kurşun, yerli, yabancı fark etmiyordu; hepsini delicesine seviyordum. İyi ki vardılar, onlar sayesinde ne yazarlar, ne şairler yetişmişti; onlar sayesinde ne romanlar, ne öyküler, ne şiirler okumuştuk.

 (Ayrıca hep mi Karadenizliler mi şaşırtacak bizi, bir kez de ben şaşırtmış olayım!)



 

 

“Güzel”i Savunmak

Yoksulu savunmak, yoksulluğu savunmak değil bence ama kimileri öyle sanıyor. Bu “sanı” karşıt iki görüş arasında da yandaş buluyor. Yok böyle bir şey. Ben, yoksulların o durumdan kurtulmasını savunuyorum. Neden “kimileri” gibi yoksulluğu kutsallaştırayım ki? Bu yanlışa düşmekten kaçınmalıyız? Tıpkı “eski günleri” özleyeceğiz diye “yer sofrasını”, “ortak tabaktan yemeyi” savunmanın ilkel ve yanlış oluşu gibi.

Nereden takıldım bu konuya? Selda’nın söylediği bir türküdeki şu dizeler beni hep rahatsız etmiştir: “Bugün buldum bugün yerim / Hak kerimdir yarına” Fonda da bu sırada alkışlar… Neden? Çok mu güzel bir “yaşam felsefesi”? “Toplumcu tasarım” bunu mu öğütlüyor? Yarınki geçimimizi Tanrı’dan mı bekleyeceğiz? Bu fona bu alkışı yakıştıranlar, bunu ne adına alkışlıyorlar acaba? “Sol, sosyalistlik, komünistlik, devrimcilik adına” olmadığı kesin…

Çirkinliği, yoksulluğu bir övünçmüş gibi algılayanlar görüyorum ara sıra. Yanlış çok yanlış… Övünüyor olabilirsiniz bunlarla ama bilin ki bunun “sol”la hiçbir ilgisi yok. Sol, “güzel”i savunur, tarih sahnesine çıktığından bu yana. “Güzel” olan da yoksulluk değildir, bakımsızlık değildir, “çirkinliğin, geri kalmışlığın, yoksulluğun övgüsü” hiç değildir.

“Güzel günler” herhalde, insanların aç ya da bakımsız/çirkin/geri olduğu günler değildir; en azından bana göre değil…

 

Kamil Karagöz Öldü mü?

Biz fizik derslerini laboratuvarda değil “deneylik”te yapardık; buranın Türkçesini ondan öğrenmiştik. Türk dili ve edebiyatı dersi öğretmenlerimiz genellikle tutucuydu, yeni sözcükleri sevmezlerdi. Yabancı sözcükler yerine Türkçelerini yeğlememiz gerektiği bilincini de o verdi lisede büyük ölçüde, hem de fizik derslerinde.

Deneyliğe girdiğinde ayağa kalkmamızı istemezdi, dahası kalkanlara da biraz kızardı. Beyaz önlüğünün yan cebinde TSİP’in yayın organı Kitle dergisi görünürdü. İlk haftalarda konumuz “bilimsel düşünme yöntemleri” adıyla “diyalektiğin ilkeleri”ydi. Ders defterimizin ilk sayfalarında da bunlar yazılıydı.

Kırk iki yıl önceydi bu söylediğim. Sonra darbe geldi, o da güç süreçlerden geçti sanırım. Ben de öğretmen oldum bir gün, ayrıldım yavaş yavaş doğup büyüdüğüm kentten, eski arkadaşlardan. Koptuk gittik çoğumuz. Öğretmenliğim sırasında kimi davranışlarımda onun izini gördüm, öğretmenliği seçerken olduğu gibi.

Pek çok genç gibi o dönemde “goşist” akımlara kapılıp gidebilirdim, belki de gidiyordum, ona rastlamam bir şans oldu benim için. Beni ve birkaç arkadaşımı korumuştur uyarıları ve önderliğiyle. Daha bilinçli okuduğumu söyleyebilirim önerileriyle.

Yıllar sonra izini buldum onun, emekliydi, kışları benim bulunduğum kente geliyormuş, burada bir kez görüşüp söyleşmek olanağı bulduk. Son haftalarda benim buradan ayrılıp onun yazları geçirdiği yere yerleşme gibi bir tasarım vardı. Çok sevinmişti oraya yerleşme düşünceme, bana harıl harıl ev arıyordu. Telefonlarda konuştuk iki hafta öncesine dek, bana “Buraya gelince çok zamanımız olacak, sabahtan akşama kadar konuşuruz.” demişti. En son da bir hafta öncesinde iletilerimiz olmuş. Gündemimizde “ölüm” yoktu. Bu yazıyı yazarken ölüm nedenini bilmiyorum ama biliyorum ki o öğrencilerinde yaşıyor.

               


 

Kar Masalı

Kar, uzun kış gecelerine bir masal havası verirdi. Ay yoksa bile dışarısı kar nedeniyle çok karanlık görünmezdi. Dağın yamaçlarına evler seyrek bir biçimde serpilmişti.

Sen seyrek bile değildin, tektin. Yalnız… Uçsuz bucaksız gecede karın masalında boşlukta sallanıyordun. Ağır ağır, karların ağaçların dallarından hafifçe dökülmesi gibi… Düşüyordun boşluktan boşluklara… Her şey uzakta, çok uzaklarda kalmıştı. Buralar boştu, boşluktu, kimse yoktu, kimsesizdi; “kimseler” bin kilometreden de daha uzakta kalmıştı, dostluklarınsa bırakılan yerde bir daha bulunacağı kuşkuluydu. Kimse bıraktığın yerde beklemezdi, herkes kendi açtığı yolda giderdi.

Kar yağardı, yürek üşür ve titrerdi, kapatırdı kapakçıklarını. Bir müzik fısıldardı odada: “Dizelere göm şair beni”, “kalbim katlan bunlara”.

Eski aşklara dönüş yoktu, öyle bir yol yoktu, aşklara çıkan bütün yollar karlarla örtülmüştü. Uzaklık soğuttukça karlar da buza dönüşüyordu. Zaten bütün aşklardan da çekip gitmemiş miydin? “Çekip gitsen yitik aşklar tarihinden” ne olurdu?

“Gece gelen konuk”lardan hep aynı biri yatıya kalırdı, yalnızlık… Gece uzar da uzardı uzayın boşluğunda. Sağın solun hep evren…

“Kar, dalları ört”müştü. Örtülen yalnızca dallar değildi; sevgiler, dostlar, dostluklar, umutlar… Gidemiyordun sevginin sıcak iklimine… Oysa her şeyi bağışlayacak olgunluktaydın artık. “Acılar da olgunlaştırır(dı)  insanı”.

Geçmişe ağıt bir yere kadar… Yaşam kendini yeniler hep... Kazanan, gelecektir.

Sonra gökten kar yerine elma da düşermiş. İyiler kazanırmış hep masallarda, ne güzel…

Bu kar masalının “kızıl atlıları” da masalın sonunda gelip prens(es)i getirmişler ve “rüzgâr kanatlı atlılar gibi geç(miş) hayat!"

Dizeler: “Dizelere göm şair beni” (Kıvılcım Vafi), “Kalbim katlan bunlara” (Metin Demirtaş), “Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim” (Ataol Behramoğlu),  “Çekip gitsem habersiz yitik aşklar tarihinden” (Nuri Sağaltıcı), “Sen gece gelen konuk” (Yağmur Atsız), “Kar dalları örttü” (Metin Demirtaş), “Acılar da sevinçler gibi, olgunlaştırır insanı” (Ataol Behramoğlu), “Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!” (Nâzım Hikmet)

 


 

 

Karda Yıkanmak

Karlı ve soğuk bir kış akşamıydı. O gün köydeki eve çıkmayayım, buradaki öğretmenevinde kalayım diye düşündüm. Bekârdım, yalnızdım, evde bekleyenim yoktu. Bizim aylıklarımızdan kesilen ödentilerle yürüyen “evimiz”de kalmak istemiştim.


                Lokal denilen yerde çay içilebiliyor, çeşitli oyunlar oynanabiliyor (kaymakam ve ilçe millî eğitim müdürünü rahatsız etmeden), yatmak için, bir apartmanda tutulan daireden yararlanılıyordu. Sistem o koşullarda fena değildi.

                Lokalde belli bir saate dek kalındıktan sonra, yatma bölümüne gidecekler daireye geçiyordu. Orada kalmak isteyenler, yıkanmak istiyorsa, görevliye bunu söylüyor, görevli de odunla ısıtılan şofbeni yakıyordu, ücretini vermesi koşuluyla.

                Bana kalırsa, her şey tamamdı; görevliye söylemiştim yıkanmak istediğimi. Parası neyse verecektim. Gittim, su ısıtılmamıştı; görevliye sordum, “Öğretmenevi müdürü izin vermedi.” dedi. Bunu beklemiyordum, her öğretmen gibi, ücreti neyse ödeyip yıkanacaktım. Ben “solcu, sosyalist, komünist, dinsiz” diye tanımlandığım için, “cezalandırılıyordum”. O müdür var ya, öğretmenevi müdürü, nasıl “iyi, iyimser, olgun, babacan, ılımlı” bir “adam”dı! Ama ilçe millî müdürünün ve kaymakamın “buyruğu” böyle idi anlaşılan. Nasıl bir düş kırıklığı içinde soğuk suyla, hem de nasıl bir soğuk suyla, erimiş kar suyuyla, yağlanmış saçlarımı yıkadım. Sonra üşüttüğümü çok iyi anımsıyorum. Belki sinüzit de o zaman başladı. (Hiçbir zaman öğrencilerim beni yağlı saçla, uzamış sakalla görmemiştir.)


                İlçede barınma sorun vardı. Bekârlara verilebilen yerler de sınırlıydı, lojman zaten yoktu. İlçenin tam ortasında aslında, bir bekâr apartmanı vardı. Orada da kalmıştım, tuvalet varla yok arasıydı, banyo yoktu. Yanımızdaki odada kumar oynatılıyordu, Bir gece silahların çekildiğini duymuştum. Patlasa şaşmayacaktım, konuşmalar o yöndeydi.

                Bir “Hemşinli” arkadaşın yarattığı koşullarda (onun koşullarında) yıkanabilmiştim üç hafta sonra. Her şey sorundu. Bu koşullarda köyde güzel bir eve taşınmıştım. Zaten taşınmak dediğin de yatak yorgan, birkaç eşya. Ama yaklaşık üç dört kilometre yukarıdaki (köyler yukarıda, ilçe aşağıda idi) köyde de yaşamak çok kolay değildi.  İlçeye gidiş geliş her zaman kolay olmuyordu. Zaman zaman ilçede kalmak gerekiyordu. Kalabilirsen… İlçe seni kabul ederse…

                “İlçe” herkesi kabul etmiyordu. Yüzyıllar öncesinden “din” ve “milliyet” sorunları vardı. En koyusunu savunuyorlardı. Birazcık “demokrat” olanın işi zordu burada. Nedense, bir dine ve milliyete sonradan geçenler, “aşırı” oluyorlardı.

                Nitekim ilçe beni kabul etmedi. Ben de ilçeyi (bütün sürüngenleriyle) kabul etmedim.  (Dostlarımı bu yargıdan uzak tutuyorum.) Teslim olmadım. Geri çekildim.

                Yıllar sonra, değer verdiğim bir yazar/şairin eşinin sorusuna gelelim: (Yeni tanışıyorduk) “Kendini ‘solcu’ olarak tanımlaman şart mı, ‘insan’ olmak yeterli değil mi?” demişti.  Epeyce düşündürdü bu basit soru beni, gerçekten kendimi tanımlarken “solcu” olduğumu neden vurguluyordum? Evet, insan olmam yeterli görülmemişti, solcu olduğum içindi bu belalar. Pek çok zaman ve pek çok yerde… Demek ki “solculuk” benim ayırt edici bir özelliğimdi artık.

                O zaman ben solcuyum. Belanızla gelin…


 

 

KONU: Savunma

İLGİ    : 08.09.1989 günlü İd.Ku.05/194 Sayılı yazınız

Çaykara Kaymakamlığına

ÇAYKARA

               

“07.09.1989 Perşembe günü saat 17.30 sularında Ulusoy yazıhanesi civarında devlet memuruna, özellikle bir öğretmene yakışmayan bir şekilde elleriniz cebinizde gezerken ilçe kaymakamı ile karşılaştığınız halde aynı şekilde davranmaya devam ettiğiniz müşahade edilmiştir.” deyip bu davranışımın disiplin suçu olduğunu belirterek yazılı savunma istiyorsunuz.

                (32 yıl sonra "olay mahalli"nde)

Soruşturma yazınızın tarihi 08.09.1989. O gün saat 11.00 sularında, bu konuyu makamınızda görüşmüştük. “Aynı davranışımın tekerrür etmemesi” hususunda beni şifahen uyarmıştınız. Anlaşılan, suçum epeyce büyük ki, konunun üzerinde ısrarla durup savunma vermeyi “önemle” rica ediyorsunuz.

Yazınızda belirttiğiniz gün ve yerde ellerim cebimde yürüyordum. Burası doğru, ancak eksik. Çünkü yanımda bir arkadaşım daha vardı: Çaykara İnönü Lisesi Öğretmeni Ahmet Tabur. Onun da sol eli cebindeydi. Yanlış anlaşılmasın, arkadaşıma soruşturma açılmasını ya da ceza verilmesini istiyor değilim; ama “eli cebinde gezmek” bir suç ise, aynı suçu o da işledi. “Acaba ona da soruşturma açıldı mı?” diye düşünmeden edemiyorum. Acaba “iki eli cebinde gezmek” suç sayılıp “bir eli cebinde gezmek” suç sayılmıyor mu?

Adli ve mülki erkanı oluşturan kişilerin çoğu da ilçe içinde, işgal ettikleri makama yakışmayan biçimde geziyorlar. Üst düzey yöneticilerinin çoğu ya eli cebinde dolaşıyor ya da bir eli bir yöneticinin omzunda. Hatta makamında bile ceketsiz ve kravatsız, kasketli olarak oturan memurlar olduğu bilinmektedir. Yine memure olduğu halde, sizin de çatısı altında bulunduğunuz binada başı örtülü kişilerin varlığı da bilinmektedir.

Doğrusu, suçumu tam anlayamadım. Ellerimi cebime sokmak mı, yoksa “öğretmene yakışmayan bir şekilde” ellerimi cebime sokmak mı? Eli cebe sokmanın yakışanı ya da yakışmayanı olmayacağına göre, sorun elimi cebime sokmamda düğümleniyor.

İnsanlar farklı farklı yaratıldıklarına göre, değişik biçimlerde yürümeleri doğaldır. Kimi hızlı yürür, kimi yavaş. Kimi kollarını az sallar, kimi çok. Bazen kollarımız yorulur, onları arkamıza bağlarız ya da cebimize sokarız. Şu dünyada, cepleri olup da elleri ceplerinde yürümemiş insan olsun, şaşarım.

Devlet memurlarını ilgilendiren yönetmeliklerde de eli cebe sokmayı suç sayan bir maddeye rastlamadım. Böyle bir madde varsa, suçum sabittir; cezama razıyım.

Suçum, size göre, herhalde şu: Bir kaymakamın karşısında elimi cebime sokmak.

Size daha önce de sözlü olarak belirtmiştim: Sizi görmedim. İnsanlık hali bu. İnsan her zaman dikkat dolu olamaz. Kimi kez dalgın oluruz. Herkesin başından geçmiştir: Yolda yürürken çok sevdiğiniz bir arkadaşınızla karşılaşırsınız ama görmezsiniz. Hatta kimi kez bön bön yüzüne bakarsınız, gene görmezsiniz. Hele sizinle karşılaştığımız gün, benim yaptığım gibi, yere bakarsanız kimseyi görmezsiniz. Zaten canınız sıkılmışsa, gözünüz kimseyi görmüyorsa, hangi güç size birtakım şeyleri zorla göstermeye kalkışabilir ki?

Evet, sizi görmedim. Yolda yürürken de şunu görürüm, bunu görürüm diye düşünmediğimden, o saatte sizinle karşılaşacağımızı kestiremediğim için başım önümde, ellerim cebimde yürüyordum.

Evet, sizi görmedim. İyi ki de görmemişim. Düşünün, sizi son anda fark etseydim de ellerimi cebimden çıkarmaya zamanım olmasaydı, ne olurdu? Mutlaka, kasıtlı yaptığımı düşünürdünüz. Siz, sizi görmediğimi belirttiğim halde bu konu üzerinde ısrarla ve önemle durmanızdan dolayı sizin kasıtlı davrandığınızı düşünüyorum; ama ihtimal vermiyorum. Bir kaymakamın bir öğretmenle alıp veremeyeceği ne olabilir ki?.. İkimiz de burada hizmet için varız.

Sizi gördüğüm halde elimi çıkarmasam suç olur muydu? Siz suç olur diye düşünüyorsunuz ki, bu soruşturmayı açtınız. Doğrusu “ne”ye göre suçtur? Anlayamadım. Hangi yönetmeliğin hangi maddesine göre suçtur? Cezası nedir?

Amirin karşısında, makamı dışında, elini cebine sokmak suç değildir. Bu durum olsa olsa görgü kurallarıyla ya da alışkanlıklarla ilgilidir. Biraz da sevgi, saygı ve anlayışla ilgilidir. Memurunun her hareketinde kasıt arayan zihniyet, mutlaka bir şeyler bulacaktır. Dervişin fikri neyse, zikri de odur.

Diyeceğim şu ki, sizi gördüğüm halde elimi cebimden çıkarmamış olsam bile (ki görmemiştim), bu davranışımdan ne size zarar gelir ne de ben bir yarar sağlarım. Zaten size zarar vermeyi nasıl düşünebilirim? Siz T.C.Devletinin buradaki temsilcisisiniz. Herkese eşit ve adil davranıyorsunuz. Taraf tutmuyorsunuz, kasıtlı değilsiniz. Şunun bunun lafıyla hareket etmiyorsunuz. Makamınıza uygun davranıyorsunuz. Size karşı kasıtlı hareketler yapmak olsa olsa nankörlüktür.

Gülmece öykülerine çıkış noktası olabilecek bir konuda soruşturma geçireceğim hiç aklıma gelmezdi.

Gereğini saygıyla arz ederim.

15.09.1989

Ali TÜRKSEVEN

Adres:

İnönü Lisesi

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

ÇAYKARA


 

Kırık Kalem

Yaz kış üzerimde mutlaka kalem olurdu. Evden kalemsiz çıkarsam, kendimi savunmasız hissederdim. Mevsimine göre, ceketimin iç cebinde doğal olarak sevdiğim birkaç kalemi taşırdım. Bu kalemlerin sertliği, denk geldiği yerdeki kazağı tüylendirir, kimi kez de delerdi. Buna karşın, asker nasıl silahsız olmazsa öğretmen de kalemsiz olmaz diye düşünüp hiç kalemsiz gezmezdim. Yazın bile cebi olan gömlekler giyer, gömleğin duruşunu bozup biraz eğri gösterse de cebine bir kalem iliştirirdim. Velilerle ya da öğrencilerle yaptığımız toplantılarda katılanların geldiğini gösteren imza çizelgeleri olurdu. Çizelgeyle birlikte bir kalemimi de ortaya koyduğumda, acaba kalemim geri gelir mi diye kaygılanırdım. Zaman zaman oluyordu böyle şeyler. Bir keresinde veli toplantısından cebe takma yerinden (yandan) basmalı sevdiğim bir kalemimi de çizelgeyle birlikte imzaya verdim. İAL’de veliler toplantılara çok ilgiliydi. Sınıf tıka basa doluydu. İmza çizelgesi sınıfı dolaşıp bana geldiğinde kalem değişmişti. Anlaşılan, bir veli de kalemi benim kadar sevmişti! Ama gelen kalem çok sıradan, plastik bir kalemdi.

Bir keresinde de öğrencilerle yayın kolunun ilk toplantısını yapacağız. O yıllarda okullarda “kulüpler” yoktu, “eğitici (eğitsel) kollar” vardı. Öğrencilerimizin dergi çıkarmaya çok istekli olduğu altın yıllarım(ız)dı. Yine imza çizelgesiyle “sevgili” bir tükenmez kalemimi ortaya koydum. Kol yönetiminde görev almak için aday olan öğrencilerin adlarını tahtaya yazıyorduk. Bir öğrencinin adı bana çok ilginç gelmişti, daha önce hiç duymamıştım. Türkçe açısından anlam çağrışımını yapamadığımdan ses benzerliği taşıyan Türkçe bir sözcüğü söyleyip “Böyle olsaydı daha iyi olurdu.” gibisinden saçma bir şeyler söylemiştim. Olur şey değildi, ne hakkım vardı? Bütün adlar Türkçe olmak zorunda mıydı? (Türkçeyi savunmama karşın bütün dillere saygılıyım aslında, “dil faşisti” değilim.) O sırada ayaküstü, düşünmeden kaçıvermişti ağzımdan işte. Toplantının akışında olması gerekenlerle uğraştığımızdan “o an” çabucak geçmişti ama ben söylediğime takılıp kalmıştım. İmza çizelgesi geldiğinde benim kalem yoktu. Öğrenciler çıkınca sınıfı şöyle bir dolaşayım, belki yere düşmüştür dedim. Gerçekten de kalemim yerdeydi ve kullanılamayacak bir biçimde kırılmıştı. Bu kalemim de yandan basmalı ve tümüyle metaldi. Öyle yere düşmekle kırılacak gibi değildi. Üzerine elle, belki ayakla güç uygulanmıştı. Bu kalemimi adını eleştirdiğim öğrencimin kırmış olmasını diledim. Umarım öyle olmuştur, kırdığım kalbini, kalemimi kırarak belki biraz rahatlatmıştır.

 


 

                Önce İyi İnsan Olmak

Kimi kişileri sevmezsiniz. Zorla değil ya sevgi, kanınız kaynamaz işte. İlle de mantıklı, bilimsel bir açıklaması olması gerekmez. Duygularımız, belki de evrimden gelen içgüdülerimiz haklıdır, onlara uymadan edemeyiz.

                Kimi kez “inanç, siyasal düşünce, mezhep, fraksiyon vb.” nedenlerle “sevmek istemediğimiz, sevmememiz gereken” kimi kişilere karşı, o tarihsel içgüdü devreye girer; içten içe, alttan alta, dile getirilmekten kaçınılan bir sevgi, kimi kez hiç itiraf edilemeden sürer gider.

                Kimi kez, “aynı tarafta” olduğumuz kimi kişiler için “Bununla ne ortak yanımız var ki? Keşke karşı tarafta olaydı!” demişizdir. Kimi kez de “karşı taraftaki” için, “Keşke bu yanda olsaydı!” diye hayıflandığımız olmuştur. Örneğin, Atatürk’ün, Refik Halit Karay için böyle düşündüğü söylenir.

                “Bizim tarafta” beni çok şaşırtan kimi şeylerden birkaç örnek vereyim:

                Gerçekten de özveriyle (evimizden, eşimizden, çocuğumuzdan çalarak) zaman ayırdığımız bir örgütün “yayın” toplantısındayız. O gün de bugünkü denli “ünlü” bir yazar öğretmenim, “benim isteğimle” “örgütümüzün dergisine” “yayımlanmamış” bir öyküsünü göndermiş. Lütfetmiş. Bir “yoldaş”, “Bu yazar, örgütümüzün üyesi mi? Neden öyküsünü yayımlıyoruz?” diye sorabilmişti. O yoldaşı(!) ikna edebilmek için yapılan konuşmalar “anlamsız, can sıkıcı, utandırıcı” idi benim için. Keşke böyle yoldaşlarım olmasaydı.

                Sevip saydığım, sivri dilli “dilci, denemeci, şair, yazar” Köy Enstitülü bir ağabeyim, İzmir’e, kitap fuarına gelmiş. Adına bir söyleşi yapılıyor. “Kentime” gelmiş, hoş geldin demesem ayıp olur, utanırım. Söyleşisini izledikten sonra “Hoş geldin, kutlarım.” türünden bir şeyler söylemek için yanına yaklaştığımda (düşündüklerimi söyleyecek zamanım olmuştu), bir başka “tanımadığım, tanışmadığım, sonradan, köy enstitülü yazar, şair olduğunu öğrendiğim kişi” bana çıkışarak: “Sen ne biçim adamsın? Bir de öğretmen olacaksın. Dün Dil Derneğinin standına geldiğinde oradaki falanca kişiye selam verip hoş geldin dedin, benimle konuşmadın.” dedi. Oysa kendisi o sırada o stantta oturmuş kitap okuyordu. Onun bana hoş geldin demesi gerekirdi. Ben “Kitap okuyordunuz, rahatsız etmek istemedim.” diyebildim. Ama “adam” ciddi ciddi bana bozulmuştu. Onun “sözlerinden” sonra da doğrusu ben çok bozulmuş, üzülmüştüm. Deyim yerindeyse başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Bu sözleri işitmek için ne yapmıştım? Daha sonra bu olayı aktardığım “selam verip konuştuğum kişi” ile “tanınmış bir profesör yazar” beni teselli edip o kişinin psikolojik sorunları olabileceğini söylediler.

                Ben artık “Bizim tarafta mı?” sorusundan önce “iyi bir insan mı?” diye sormayı yeğliyorum. Eskiden, bizden olsun da çamurdan olsun diyordum. Ama olmuyormuş.